"Bedeviler, "iman ettik" dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat İslâm olduk deyiniz. Çünkü iman sizin kalbinize henüz girmemiştir. Eğer Allah'a ve Rasûlüne iman ederseniz amellerinizden bir şey eksiltmez." (Hucurat, 14)
Buhârî ile Müslim'de Sad b. Ebî Vakkas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Allah'ın peygamberi (salât ve selâm olsun) bir grup kimseye bir şeyler verdi. Bir rivayette bir mal paylaştırdı ve bunlar arasında birisine hiçbir şey vermedi. Halbuki herkesten çok benim gözümü dolduran kişi oydu. Ben:
"Ey Allah'ın Rasulü" dedim, "filana niye bir şey vermedin?"
"Allah'a yemin ederim ki ben onun mü'min olduğunu görüyorum."
Rasûlullah (s.a.v):
"Veya müslümandır" buyurdu.
Ben sözümü üç defa söyledim. Hz. Peygamber de buyruğunu üç defa tekrarladı. Daha sonra şunları söyledi:
"Ben başkasını daha çok sevdiğim halde, birisine bir şeyler veririm. Buna sebep ise Allah'ın o kimseyi yüzüstü cehenneme yıkmasından korkumdur."(Buhârî, İman, 19; Ebû Dâvûd, Sünne, 15; Nesâî, İman, 7.)
Bir diğer rivayette de şu ifadeler yer almaktadır:
"Bu sefer boynum ile kollarım arasına vurarak 'Ey Sa'd sen katil mi olmak istiyorsun' buyurdu." (Bu ziyadenin kaynağını tesbit edemedik.)
Yüce Allah'ın imanın kalblerine girmediğini belirttiği bu kimselerin İslâm oluşları, acaba sevap alacakları bir İslâm mıdır, yoksa münafıkların müslüman olmaları türünden bir İslâm mıdır?
Bu konuda öncekilerin de sonrakilerin de meşhur iki görüşü vardır:
Birincisine göre:
Bu, kendisi dolayısıyla sevab alacakları, onları küfürden ve münafıklıktan çıkartan bir İslâm'dır, şeklindedir. Bu görüş Hasen, İbn Şirin, İbrahim Nehai, Ebû Cafer Bakır'dan rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu Hammad b. Zeyd'in, Ahmed b. Hanbel'in, Sehl b. Abdullah Tüsteri'nin, Ebû Talib Mekki'nin hadis ve sünnet ehli ile hakikat ehli birçok kimsenin de görüşüdür.
Ahmed b. Hanbel der ki:
Bize Müsemmil b. İshak, Ammar b. Zeyd'den anlatarak dedi ki: Ben Hişam'ı şöyle derken dinledim:
Hasen ve Muhammed "müslüman" derlerdi de, "mü'min" demekten korkarlardı.
Ahmed b. Hanbel der ki:
Bize Ebû Seleme el-Huzaî anlatarak dedi ki:
Malik, Şerik, Ebû Bekir b. Ayyaş, Abdülaziz b. Ebî Seleme, Hammad b. Seleme ve Hammad b. Zeyd dediler ki:
" İman marifet, ikrar ve ameldir. "
Ancak Hammad b. Zeyd "İslâm" ile "iman" arasında fark gözetir ve imanı has, İslâm'ı genel kabul ederdi.
İkinci görüşe göre ise:
Onların bu şekildeki müslümanlıkları çoluk çocuklarının esir alınıp kendilerinin öldürülmesinden korktukları için gösterdikleri bir teslimiyettir.
Münafıkların İslâm'a girdiklerini göstermeleri gibi. Bu görüşü savunanlar, bu gibi kimselerin kâfir olduğunu söylerler.
Çünkü iman henüz kalblerine girmemiştir, imanın kalbine girmediği kimse ise kâfirdir.
Buhari'nin, Muhammed b. Nasr Mervezî'nin tercih ettiği görüş budur. Selef ise bu konuda ihtilâf halindedir.
Muhammed b. Nasr der ki:
Bize İshak anlattı, bize Cerîr, Muğire'den haber vererek dedi ki:
İbrahim Nehaî'nin yanına gittim ve Said Anberî adında birisi benimle tartıştı, İbrahim:
"O Anberî değil, Zebidî'dir" dedi. (Ben dedim ki) Benimle tartıştığı konu:
"Bedeviler iman ettik, dediler. De ki: "Siz iman etmediniz, fakat İslâm olduk deyiniz" ayetiydi.
O dedi ki: Burada İslâm'a girmekten kasıt, teslimiyet göstermektir, İbrahim şu cevabı verdi:
Hayır burada kasıt İslâm'a girmektir:
Yine (Muhammed b. Nasr) dedi ki:
Bize Muhammed b. Yahya anlattı, bize Muhammed b. Yusuf anlattı, bize Süfyan, Mücahid'den naklederek dedi ki:
"Bedeviler: îman ettik dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat İslâm olduk deyiniz."
Mücahid dedi ki:
Yani çoluk çocuğunuzun esir alınmasından sonra biz de öldürülmekten korkarak teslim olduk. Ancak bu senette kesiklik (inkıta) vardır. Çünkü Süfyan Macahid'e yetişmemiştir.
Onların bu İslâm'a girişleri, münafıkların İslâm'a girişleri gibi olup bundan dolayı sevap almazlar diyen kimseler, sözlerini şöyle desteklerler:
Çünkü Yüce Allah onlardan imanı nefyetmiştir. Allah'ın kendisinden imanı nefyettiği kimse ise kâfirdir.
Yine bunlar şöyle der:
İslâm, imanın kendisidir ve her müslüman mü'min, her mü'min de müslümandır. Fâsıkları mü'min değil, müslüman kabul eden kimselerin, onları Yüce Allah'ın şu buyruğunun kapsamına girenler olarak görmemesi gerekir:
"Ey iman edenler! Namaz kılmak için kalktığınızda..." (Mâide, 6)
Yüce Allah'ın şu buyruğunun kapsamına da sokmaması gerekir:
"Ey iman edenler cuma günü namaza çağırıldığında..." (Cum'a, 9) ve buna benzer başka buyruklar da vardır.
Burada onlara, İslâm adıyla değil, iman adıyla hitab edilmiştir. Mü'min olmayan bir kimse bu hitabın kapsamına girmez.
Böyle bir iddiaya şöyle cevap verilir:
Seleften: "Bunlar imandan çıkmış, İslâm'a girmişlerdir" diyenler, onlarda imandan eser kalmamıştır demezler. Böyle bir iddia Haricîlerle Mûtezile'nin iddiasıdır.
Bunu söyleyen ehl-i sünnet der ki:
Fâsıklar şefaat ile cehennemden çıkacaklardır. Çünkü onlar, kendilerini çıkaracak kadar imana sahiptirler. Fakat onlar hakkında iman ismi kullanılmaz. Çünkü iman mutlaktır.Bu da sahibine sevap ve cennete girme hakkını kazandıran imandır. Bunlar ise böyle bir imana ehil kimseler değildir. Bununla birlikte onlar iman hitabının kapsamına girerler. Çünkü böyle bir hitap, olgun bir imana sahip olmasa bile, imana girmiş olan kimseleredir. Çünkü böyle bir kimseye, eksiksiz bir imanı gereği gibi yerine getirmek için hitap edilir. O halde hitaptan önce onu tamamlamış olduğundan nasıl söz edilebilir? Bunu kabul etmeyecek olursak, emredilen bu şeyin hitabdan önce imanın kapsamına girdiğini söylemiş oluruz. Halbuki onlara bu emir verildikten sonra ancak bunun imandan olduğu söz konusu olmuştur.
"Ey iman edenler!" hitabı:
"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir."(Hucurat, 15) buyruğu ve benzeri buyruklardan farklıdır.
"Ey iman edenler!" hitabının kapsamına her şeyden önce imanını açıkça gösteren kimseler girer. İçten münafık olsa bile, görünüşte onun kapsamına girer. Peki hakiki mü'minlerden olmasa bile, münafık olmayan bir kimse nasıl bunun dışında kalır?
Bu işin aslı şudur: Gerçekten mü'min olmayan bir kimse hakkında:
"O müslümandır, fakat cehennemde sonsuza kadar kalmasını engelleyen bir imana da sahiptir" denilir.
Bu hususta ehl-i sünnet arasında ittifak vardır. Fakat böyle bir kimse hakkında "iman" ismi kullanılır mı?
İşte görüş ayrılığı bulunan husus budur. Böyle birisinin müslüman olduğu, fakat mü'min olmadığı söylendiği gibi, mü'min denildiği de söylenmiştir.
Tahkik şöyle demeyi gerektirir:
Böyle bir kimse imanı eksik bir mü'mindir. O, bu imanı dolayısıyle mü'min, işlediği büyük günah (kebire) dolayısıyla fâsıktır. Fakat "mutlak iman" adı bu kimseye verilmez. Çünkü Kitap ve Sünnet'te "mutlak iman" adının böyle birisine verilmesi nefyedilmiştir.
İman adı Allah'ın ve Rasûlünün emrettiği hususlarda onu da kapsamına alır. Çünkü ona bununla, birtakım şeyler farz ve birtakım şeyler haram kılınmaktadır. Ayrıca o kimse için iman gerekli olduğu gibi, başka şeyler de gereklidir. Burada söz konusu olan şey, mutlak övgü olarak bu ismin verilmesiyle ilgilidir. Buna göre iman ile hitabın kapsamına üç ayrı kesim girmektedir.
1 - Bu hitabın kapsamına gerçekten mü'min olanlar girer.
2 - Zahir hükümleri itibariyle -ahirette cehennemin en alt derekelerinde olsalar bile- münafık olanlar girer. Fakat asıl olarak, onun hakkında İslâm da, iman da nefyedilir. Zahiren ise onun hakkında hem islâm, hem de zahir iman varlığı kabul edilir.
3 - İmanın hakikati kalplerine girmemiş olmakla birlikte, beraberinde kendisi dolayısıyla sevap alacakları bir parça iman ve İslâm'ın bulunduğu, İslâm'a girip teslim olmuş kimseler girer.
Diğer taraftan bunlar kendilerine farz kılınan şeyler hususunda kusurlu da olabilirler. Bununla birlikte diğer "kebair" sahipleri gibi kendisi dolayısıyla cezalandırılacakları kebair işlememiş olabilirler. Fakat bunlar farz kılınan şeyleri terkettiklerinden dolayı cezalandırılırlar, işte ayet-i kerîmede sözü geçen bu bedevi araplar ve başkaları batınan ve zahiren kendilerine verilen emirleri yerine getirmeksizin iman ettik demişlerdir. O bakımdan bunların kalplerine imanın hakikati girmediği gibi Allah yolunda cihad dahi etmemiş kimselerdi. Peygamber (s.a.v) ise onları cihad etmeye davet etmişti.
Kimi zaman bu gibileri tehditlere maruz kalmış, "kebair" ehli kimselerden de olabilirler. Namaz kılıp zekât verip cihad ettiği halde büyük günah işleyenler gibi. Bunlar ise İslâm'ın dışına çıkmazlar. Aksine bunlar müslümandırlar fakat bu konuda (taraflar arasında) -Allah'ın izniyle zikredeceğimiz üzere- bunlar hakkında mü'mindirler denilip denilemeyeceği ile ilgili lafzî bir anlaşmazlık vardır.
Haricîler ve Mutezile ise bu gibi kimseleri iman ve İslâm adının kapsamının dışına çıkartırlar. Bunlara göre iman ve İslâm birdir. Dolayısıyla imandan çıktılar mı İslâm'dan çıkarlar. Fakat Haricîler bu gibileri hakkında kâfirdirler derken, Mutezile müslüman da değildirler kâfir de değildirler demektedir ve bunları böylelikle iki menzile arasında bir yerde kabul ederler. Ayeti kerîmede sözü geçen "İslâm"ın kendisi sebebiyle sevap alacakları İslâm olduğuna ve kendilerinin de münafık olmadıklarına delil şudur:
Yüce Allah buyuruyor ki:
"Bedeviler: îman ettik, dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat teslim olduk deyin. Çünkü iman kalbinize girmemiştir." (Hucurat, 14)
Bu buyruktan sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Eğer Allah'a ve Rasûlüne itaat ederseniz, amellerinizden bir şey eksiltmez."(Hucurat, 14)
İşte bu buyruk onların bu İslâm ile birlikte Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeleri halinde, itaatları dolayısıyla Allah'ın kendilerine ecir vereceğinin delilidir. Münâfıkın ameli ise ahirette boşa çıkar.
Yine Yüce Allah bunları münafıkların niteliklerinden başka şekilde nitelendirmiştir. Yüce Allah münafıkları kalplerindeki bir küfür ve inkâr; ayrıca içlerinde, açığa vurduklarının zıddını gizlemekle nitelendirmiştir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlardan öyle kimselerde vardır ki, iman etmedikleri halde Allah'a ve ahiret gününe inandık derler. Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki onlar yalnızca kendilerini aldatırlar da, farkına varmazlar. Kalblerinde bir hastalık vardır onların. Allah hastalıklarını artırdı." (Bakara, 8-10)
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Münafıklar sana geldiklerinde dediler ki: Şehadet ederiz ki, muhakak sen Allah'ın resulüsün. Allah da biliyor ki, sen hiç şüphesiz onun rasulüsün ve Allah şahidlik eder ki, münafıklar muhakkak yalancıdırlar." (Münafikun, 1)
Yüce Allah Kur'an-ı Kerîm'de münafıkları yalancılıkla, kalblerinde olmayanı dilleriyle söylemekle, kalblerinde küfrün bulunmasıyla nitelendirmektedir. Burada sözü edilen bedevi arapları ise, bu tür şeylerden herhangi biriyle nitelememiştir. Fakat iman etmiş olmak iddiasında bulundukları vakit peygamberine şöyle buyurmuştur:
"De ki: Siz iman etmediniz, fakat teslim olduk deyin. Çünkü iman sizin kalbinize girmemiştir. Eğer Allah'a ve Rasûlüne itaat ederseniz amellerinizden bir şey eksiltmez." (Hucurat, 14)
Onların mutlak olarak imanlarının bulunmadığının belirtilmesi, münafık olmalarını gerektirmez. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Sana Enfal'den sorarlar. De ki: Enfal (ganimetler) Allah'ın ve Rasûlündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer mü'minlerden iseniz Allah'a ve Rasûlüne itaat edin." (Enfal, 1)
Daha sonra şöyle buyurmaktadır:
"Mü'minler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğunda da bu onların imanlarını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler. Onlar ki namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler. İşte onlar gerçek mü'minlerin ta kendileridir." (Enfal, 2-4)
Bilindiği gibi, böyle olmayan bir kimse cehennemin en alt derekelerinde bulunan münafıklardan olur. Hatta sahip olunması gereken farz imana sahip değil demek olur. Böylelikle ondan yerine getirmesi farz olan şeylerin bir kısmını terkeden kimselerden, diğer isimlerin nefyedildiği gibi, bu isim de nefyedilmiştir.
Bedevi arapların durumu da böyledir. Onlar yerine getirilmesi farz olan imanı yerine getirmediler. Bundan dolayı bu isme sahip olmaları -ecir kazanmalarına sebep teşkil edecek bir imana sahip olmakla birlikte- müslüman oldukları halde iman adının onlara verilmesi nefyedilmiştir.
İslâm'a ilk olarak girenlerin çoğunun, hatta imanın hakikatlerini bilmeyenlerin çoğunluğunun hali budur. Daha önceleri İslâm'a girinceye kadar kâfirlerle savaşıldığı gibi, İslâm oluncaya kadar kendisiyle savaşılmış bir kimse veya esir olduktan sonra İslâm'a giren, ya da İslâm'ı işiterek müslüman olan bir kimse, Rasûlün itaatini kabul etmiş müslüman bir kimsedir.
Bununla birlikte onun kalbine imanın hakikatleri konusundaki marifet girmemiştir. Böyle bir durum, bunun sebeplerini elde etmek imkanını bulmuş kimseler için meydana gelir. Bu sebepler ise:
- ya Kur'an-ı Kerîm'i anlamaktır,
- yahut iman ehli ile birlikte olup onlardan çıkan söz ve fiillere uymaktır,
- ya da Yüce Allah'ın ona vereceği özel bir hidayetle olur.
İnsan bazan, kendisini İslâm'a girmeye itecek şekilde İslâm'ın birtakım özelliklerini görebilir. Her ne kadar İslâm üzere doğmuş, müslümanlar arasında yetişmiş olduğu için onu seviyor olsa da, aynı zamanda İslâm'ın birtakım güzelliklerini ve kâfirlerin de birtakım kötülüklerini görerek de İslâm'a girmiş olabilir.
Bunların arasında pek çok kimse İslâm hakkındaki birtakım şüpheleri işitince tereddüde düşebilir, Allah yolunda cihad etmeyebilir. Böyle bir kimse, Yüce Allah'ın:
"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir."(Hucurat, 14) buyruğunun kapsamına girmezler.
Bununla birlikte böyle bir kimse içinde küfrü gizleyen bir münafık da değildir. Ayrıca böylesi büyük günah işleyen kimselerden de sayılmaz. Aksine, görünüşte itaat olan şeyleri yapar, fakat onu gerçek mü'minler arasına katacak imanın hakikatlerini de yerine getirmez. Böyle bir kimsenin imanı olmasına rağmen, gerçek mü'minlerden değildir, işlemiş olduğu itaatler dolayısıyla da sevap alır. Bu bakımdan Yüce Allah:
"Fakat İslâm olduk deyin" buyurmaktadır. Yine:
"Onlar İslâm'a girdiler diye sana minnet ediyorlar. De ki: Bana müslüman oldunuz diye minnet etmeyin, aksine sizi imana muvaffak etti diye Allah size minnet eder. Eğer (iddianızda) doğru söyleyen kimseler iseniz" (Hucurat, 17)buyurmaktadır.
Burada Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Eğer sizler doğru sözlü kimseler iseniz, Allah sizi imana iletti diye size minnet eder. Bu ise onların:
'iman ettik' şeklindeki sözlerinde doğru söyleyenlerden olmalarını gerektirmekte, sonra da onları tasdik etmektedir. Ya bununla onların Allah'a iman etmek ve sonra da şüphe etmemek, arkasından Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimseler olmakla nitelendirildikleri kastedilmektedir, ki o zaman bunlar doğru söyleyen kimseler (sadıklar) dirler, ya da onların münafıklar gibi olmadıkları kastedilmektedir. Aksine bunlarla birlikte mutlak imana sahip olmak iddiasında bulunmak hakları olmamakla birlikte, bir imana sahiptirler. Allah daha iyi bilir ya, bu açıklama şekli daha uygundur. Çünkü imtihan edilecek kadınlar hakkında Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Eğer siz onların mü'min kadınlar olduklarını bilirseniz onları kâfirlere geri yollamayın" (Mümtehine, 10)
Gelecekte onların hakkında şüphenin nefyedilmesi mümkün değildir. Diğer taraftan Yüce Allah münafıkları yalanladığı halde, başkalarını yalanlamamıştır. Burada sözü geçen bedevi arapları yalancılıkla suçlamamış, aksine:
"İman etmediniz" demiştir. Nitekim Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
"Sizden herhangi bir kimse kendisi için sevdiği bir şeyi, kardeşi için de sevmedikçe, iman etmiş olamaz." (Buhârî, İman, 7; Müslim, İman, 71 - 72)
"Zani, zina ettiği zaman mü'min olarak zina etmez." (Buhârî, Mezâlim, 30; Eşribe, 1; Hudûd, 1;Müslim, İman, 100; Nesâî, Eşribe, 42)
"Komşusu sıkıntılarından yana emniyette olmayan bir kimse iman etmiş olmaz." (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, İman, 73)
Bunlar ise münafık kimseler değildirler.
Ayet-i kerîmenin akışı, Allah'ın onları kınadığına işaret etmektedir. Çünkü onlar bilgisizlikleri ve katılıkları dolayısıyla İslâm'a girmelerini minnet konusu yapmışlar ve Allah onu bildiği halde nefislerinde olanı açığa vurmuşlardır. O bakımdan şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Halbuki Allah göklerde ve yerde bulunanları bilir..." (Hucurat, 16)
Eğer kalblerinde din adına bir şey bulunmamış olsaydı, onlar kendi dinlerini Allah'a öğretmeye kalkışmazlardı. Çünkü açık olan İslâm'ı herkes bilir. Yüce Allah'ın:
"Dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz?" buyruğunda adeta şöyle denilmektedir.
Müfessirlerin açıkladıklarına göre bu iki ayet-i kerîme nazil olunca, Rasûlullah (s.a.v) 'in yanına gelerek samimi ve sadık mü'minler oldukları konusunda yemin etmeye başladılar. Bunun üzerine Allah'ın:
"De ki: Dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz" ayeti nazil oldu. Bu onların önceleri bu dine girişlerinde doğru ve samimi olduklarının delilidir. Çünkü bu ayetin nüzulünden sonra, onların yeniden yaptıkları bir cihad söz konusu olmadığı için, bu cihadları sebebiyle ayet-i kerîmenin kapsamına girdikleri söylenemez. Olan onların söyledikleri sözlerden ibarettir, bununla ilgili olarak da Yüce Allah:
"İman sizin kalbinize girmemiştir" buyurmuştur. Ayeti kerîmede yer alan "lemmâ" şeklindeki olumsuzluk edatı, meydana gelmesi yakın bir ihtimal olan ve çoğunlukla ortaya çıkan şeyi reddetmek için kullanılır.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Yoksa siz Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (Al-i İmran, 142)
Süddi der ki:
Bu ayet-i kerîme Müzeyne, Cüheyne, Eslam, Eşca' ve Rifa kabilelerine mensup bedevi araplar hakkında nazil olmuştur. Aynı zamanda bunlar Yüce Allah'ın Fetih sûresinde söz konusu ettiği kimselerdir. Bunlar, canlarına herhangi bir zarar gelmesinden yana emin olmak için Allah'a iman ettik diyorlardı. Fakat Hudeybiye'ye gazaya gitmek üzere çağırıldıklarında geri kaldılar. Bu ayet-i kerîme onlar hakkında nazil olmuştur.
Mukâtil der ki:
Bunların yaşadıkları bölgeler Mekke ile Medine arasındaydı. Rasûlullah (s.a.v)'ın gönderdiği seriyelerden herhangi birisi yanlarından geçtiğinde iman ettik derlerdi. Bundan maksatları ise kanlarına ve mallarına gelecek zararı önlemekti. Rasûlullah (s.a.v) Hudeybiye'ye gitmek üzere yola koyulunca, onların da birlikte katılmalarını istediği halde, onunla beraber çıkmadılar.
Mücahid der ki:
Bu ayet-i kerîme Esed oğullarına mensup bedeviler hakkında nazil olmuştur. Başka kimseler ise onların durumlarına ilişkin açıklamalarda da bulunarak şöyle der:
Kıtlığın hüküm sürdüğü bir yılda Medine'ye geldiler. Mü'min olmadıkları halde müslüman olduklarını gösterdiler. Medine'nin yollarını pisliklerle kullanılmaz hale getirdiler ve fiyatların yükselmesine sebep oldular. Rasûlullah (s.a.v)'a minnette bulunarak:
"Bizler ağırlıklarımızla ve ailelerimizle sana geldik" diyorlardı. İşte bu ayet-i kerîme onlar hakkında nazil olmuştur.
Katâde de Yüce Allah'ın:
"Onlar İslâm'a girdi diye sana minnet ediyorlar. De ki: Bana müslüman oldunuz diye minnet etmeyin. Aksine imana nail oldunuz diye Allah size minnet eder. Eğer siz sadık kimseler iseniz" buyruğu hakkında şunları söylemektedir:
Peygamber (s.a.v)'in yanına geldiklerinde minnette bulunarak şöyle dediler:
Bizler bize karşı savaşmaksızın İslâm'a girdik. Filan oğulları ve filan oğulları seninle çarpıştığı gibi, bizler çarpışmadık. Bunun üzerine Yüce Allah peygamberine şöyle buyurdu:
"Onlar İslâm'a girdi diye sana minnet ediyorlar. De ki: Bana müslüman oldunuz diye minnet etmeyin. Aksine imana nail oldunuz diye Allah size minnet eder. Eğer siz sadık kimseler iseniz"
Mukâtil b. Hayyan der ki:
Bunlar Esed b. Huzeyme oğullarına mensup bedeviler olup:
"Ey Allah'ın Rasulü! Biz sana savaşsız olarak geldik. Aşiretlerimizi ve malımızı mülkümüzü geride bıraktık. Her arap kabilesi seninle savaştı ve nihayet istemeyerek İslâm'a girmek zorunda kaldılar. Bu bakımdan biz böyle davrandığımız için senin üzerinde bir hakkımız vardır." demişlerdi.
Bunun üzerine Yüce Allah şu buyruğunu indirdi:
"Onlar İslâm'a girdi diye sana minnet ediyorlar. De ki: Bana müslüman oldunuz diye minnet etmeyin. Aksine imana nail oldunuz diye Allah size minnet eder. Eğer siz sadık kimseler iseniz"
İşte bundan dolayı Allah'ın sizin üzerinizde minnet etmek hakkı vardır.
"Amellerinizi boşa çıkarmayınız." (Muhammed, 33) buyruğu da onlar hakkında nazil olmuştur.
Bununla ilgili olarak şöyle denilmiştir, işlediği bir günahta devam ederek ondan dolayı tevbe etmeden ölen kişi için cehenneme girmeyi gerektiren ve sonunda cehenneme götüren şey büyük günahlarıdır.
İşte bütün bunlar, onların aslında kâfir olmadıklarını ve aynı şekilde imandan olup yerine getirilmesi gereken şeylere de girmediklerini ortaya koymaktadır, işte Hucurat sûresi bu kimseleri söz konusu etmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Muhakkak ki odaların arkasından sana seslenenlerin çoğunun akılları ermez" (Hucurat, 4)
Bununla birlikte onları kâfirlikle, ya da münafıklıkla nitelendirmemiştir. Fakat bu gibi kimseler hakkında kâfirlikten ve münafıklıktan korkulur, işte bundan dolayı onların bir kısmı dinden dönmüştür. Buna sebep ise, kalblerine iman neşesinin karışmamış olmasıdır. Bundan sonra da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onu iyice araştırın."(Hucurat, 6)
İşte bu ayet-i kerîme verdiği haberde yalan söyleyen Velid b. Ukbe hakkında nazil olmuştur.
Müfessirler der ki:
Bu ayet-i kerîme Velid b. Ukbe hakkında nazil olmuştur. Rasûlullah (s.a.v) onu sadakalarını (zekatlarını) tahsil etmek üzere Mustalık oğullarına göndermişti. Cahiliye döneminde kendisiyle onlar arasında bir düşmanlık vardı. Bir süre yol aldıktan sonra tekrar Rasûlullah (s.a.v) 'in yanına dönerek "Onlar zekât vermek istemediler ve beni de öldürmeye kalkıştılar" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) Mustalikoğulları üzerine askeri bir birlik hazırlayıp göndermek isteyince, bu ayet-i kerîme nazil oldu. Burada anlatılan olay birçok yolla bilinen bir olaydır.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bilin ki, Allah'ın Rasulü sizin aranızdadır. Eğer işlerin çoğunda size itaat ederse, elbette siz zorluklarla karşılaşırsınız." (Hucurat, 7)
Daha sonra da şöyle buyurmaktadır:
"Eğer mü'minlerden iki grup birbirleriyle çarpışırlarsa onların aralarını düzeltin. Eğer onların biri diğerine karşı halâ haksızlık etmeye devam ederse o haksızlık edenle Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın..." (Hucurat, 9)
Arkasından Yüce Allah birbirleriyle alay etmelerini, birbirleriyle kaş - göz işareti yaparak gülünç şekilde taklit yapmalarını ve karşılıklı olarak birbirlerine lakap takmalarını yasaklayarak şöyle buyurdu:
"İmandan sonra fâsıklık ismi ne çirkin olur..." (Hucurat, 11)
Bunun anlamının, "Artık o kişiye iman ettikten sonra, fâsık veya kâfir adını verme" olduğu söylenmişse de, bu zayıf bir açıklamadır.
Aksine maksat şudur:
Sizlerin iman etmenizden sonra, fâsık olmanız ne kadar kötü bir addır. Nitekim Yüce Allah yalan söyleyen kimse hakkındaki:
"Eğer fâsık birisi size bir haber getirirse, onu iyice araştırın" (Hucurat, 6)buyruğunda, böyle bir iş yapanı "fâsık" diye adlandırmıştır.
Buhârî ile Müslim'de yer alan rivayete göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Müslümana sövmek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür." (Buhârî, İman, 36, Edeb, 44, Fiten, 8; Müslim, İman, 116; Tirmizî, Birr, 52, İman, 15; Nesâî,Tahrim, 27; İbn Mâce, Mukaddime, 7-9; Fiten, 4)
Yani sizler müslümana sövüp onunla alay edip kaş-göz işaretleriyle taklidini yapacak olursanız, artık sizler fâsık adıyla anılmaya hak kazanmış olursunuz, iftirayla ilgili ayet-i kerîmede de şöyle buyurulmaktadır:
"Ve onların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyiniz. Onlar fâsıkların ta kendileridir." (Nur, 4)
Yani eğer sizler "fâsıklar" diye adlandırılmayı hak edecek bu işleri yapacak olursanız, bu sefer imandan sonra "fâsıklık" adına layık olursunuz. Yoksa onlar birbirlerine lakap takarken fâsık ve kâfir demiyorlardı.
Çünkü Peygamber (s.a.v) Medine'ye geldiğinde onların biribirlerine lakap taktıklarını gördü.
Bu ayet-i kerîme hakkında müfessirlerden bir kısmı şöyle demiştir. O kişiye İslâm'a girdikten sonra, İslâm'dan önceki dini ile çağırma. Meselâ İslâm'a girmeden önce yahudi olan birisine "ey yahudi" deme. Bu açıklama şekli İbn Abbas ile Hasen, Said b. Cübeyr, Ata Horasanî gibi bir grup tabiînden de rivayet edilmiştir.
İkrime de der ki:
Bundan kasıt, birisine "ey kâfir", "ey münafık" demektir.
Abdurrahman b. Zeyd der ki:
Bu, kişiye (işlenmesi fâsıklık olan) birtakım işleri yapan şeklinde isim vermektir. Mesela "ey zani", "ey hırsız", "ey fâsık" demek gibi. Avfi'nin İbn Abbas'tan naklettiği tefsirde şöyle denilmektedir:
Bu, günahından tevbe etmiş olan bir kimseyi, daha önce işledikleri dolayısıyla ayıplamaktır. Bilindiği gibi küfür, yahudilik, zani, hırsız ve buna benzer diğer günahları ifade eden isimler "fâsık" adının kendisi değildir. Böylelikle Yüce Allah'ın:
"Fâsıklık adı ne kötüdür" (Hucurat, 11) buyruğunda kendisine sövülen kimseye "fâsık" denilmesinin kastedilmediği öğrenilmiş olmaktadır. Çünkü ona kâfir adını vermek daha büyük bir şeydir. Hatta söven kişinin kendisi o zaman fâsık olur. Çünkü Peygamber efendimizin:
"Müslümana sövmek fâsıklık, onunla çarpışmak küfürdür" buyruğu bunu göstermektedir. Daha sonra Yüce Allah:
"Kim tevbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir" (Hucurat, 11)buyurmaktadır.
Böylelikle bu işlerinden tevbe etmemeleri halinde "zalimler" olacaklarını belirtmiştir. "Müminler" adının kapsamına girseler bile bu böyledir. Daha sonra gıybetin nehyedildiğinden sözedilmekte, bundan sonra ise soy - sopla övünmenin yasaklandığını görmekteyiz.
Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki Allah katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır."(Hucurat, 13)
Bundan sonra da bedevi arapların "iman ettik" sözleri söz konusu edilmektedir.
Sûre, buna göre, Allah'ın Rasûlüne ve mü'minlere karşı bir haksızlık oluşturan bu tür suç ve günahları yasaklamaktadır. Bu surede sözü geçen bedevi araplar, münafıkların türleri arasındadır. Sövmek, fâsıklık, hücrelerin arkalarından seslenenler ve benzeri kimseler ise münafıklardan değildir. Bundan dolayı müfessirler şöyle demiştir. Burada sözü geçen kimseler Hudeybiye yılında (Hudeybiye'ye katılmak üzere) savaşa çıkmaları istenen kimselerdir. İşte bunlar her ne kadar büyük günah işleyen kimseler iseler de, aslında kâfir ve münafık kimseler değillerdir.
İbn İshak der ki:
Rasûlullah (s.a.v) Hudeybiye umresini yapmak isteyince, Medine çevresinde çöllerde yaşayan göçebelerden ve Bedevi araplardan, kavminin kendisine savaşla karşılık vermelerinden yahut engellemelerinden çekindiği için, birlikte çıkmalarını istemiş, ancak onların bir çoğu işi ağırdan almıştı.
İşte Yüce Allah'ın:
"Bedevilerden geri bırakılanlar sana diyeceklerdir ki: Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Onun için bize mağfiret iste." (Fetih, 11)
Yani sen onlar için ister mağfiret dile, ister dileme buna aldırış etmezler, işte günaha aldırış etmeyen fâsıkın durumu da budur. Münafıklar hakkında ise Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlara: 'Gelin Allah'ın Rasulü sizin için mağfiret istesin' denildiğinde başlarını önlerine eğerler ve onların büyüklenerek yüz çevirdiklerini görürsün. Onlar için mağfiret dilesen de, dilemesen de haklarında birdir. Allah onlara asla mağfiret etmeyecektir." (Münafikun, 5-6)
Fakat bu bedevi araplar hakkında böyle bir şey söylemediğini görüyoruz. Aksine ayet-i kerîme onların mağfiret isteklerinde samimi olduklarının ve Hz. Peygamberin onlar için mağfiret dilemesinin onlara fayda verdiğinin delilidir. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Geri bırakılan bedevi araplara de ki: Siz yakında şiddetli savaşçı bir kavimle savaşmaya çağırılacaksınız veya onlar İslâm'a gireceklerdir. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir ecir verecektir. Eğer bundan önce döndüğünüz gibi geri dönerseniz, Allah sizi can yakıcı bir azabla azablandıracaktır." (Fetih, 16)
Yüce Allah burada cihad çağrısına itaat etmeleri halinde, onlara sevap vadetmiş, itaatten yüz çevirmeleri halinde de tehdit etmiştir.
İşte bu hitap, onların durumunu andıran günah ve kebair işleyenlerin durumuna benzer, Bu da aslında kâfir olanınkinden farklıdır. Çünkü içten kâfir olan bir kimse, öncelikle iman etmediği sürece mücerred emre itaat etmekle sevaba hak kazanmaz. Kâfir olan bir kimseye yapılan tehdit de sadece cihad konusunda itaatten yüz çevirdiği için tehdit olunmuyor. Çünkü onun küfrü bundan daha da büyüktür.
İşte bütün bunlar, bu gibi kimselerin ümmet arasında bulunan fâsıklardan olduklarının delilidir. Çünkü fâsıklık, kimi zaman farzları terketmek, kimi zaman da haramları işlemekle olur. Bunlar ise Allah'ın kendilerine farz kıldığı cihadı terkedip onların imanlarını zayıflatan bir çeşit reyb (şüphe ve tereddüt) meydana çıktığından dolayı Yüce Allah'ın niteliklerini belirttiği sadık kimselerden olmamıştır, içlerinde sadık olsalar ve İslâm dinini din olarak kabul etseler bile onların durumu buydu.
Müfessirlerin, onların mü'min kimseler olmadığı şeklindeki sözleri, şanı Yüce Allah'ın onlardan imanı nefyetmesi dolayısıyla yaptıkları bir nefiydir. Nitekim bu, Hz. Peygamber zina eden, hırsızlık yapan, içki içen, komşusu sıkıntı ve vereceği tehlikelerden yana emin olmayan, kendisi için sevdiği iyiliği mü'min kardeşi için sevmeyen, Allah'ın ve Rasûlünün hükmüne boyun eğmeyen kimse ve benzerlerinden imanı nefyetmesine benzer. Diğer taraftan bunlara karşı:
"İmandan sonra fâsıklık adı ne kötüdür" (Hucurat, 11) buyruğu da delil gösterilebilir.
Nitekim Hz. Peygamber:
"Müslümana sövmek fâsıklık, onunla çarpışmak küfürdür" buyurmuştur.
Böylelikle imandan sonra fâsıklık adını seçeni yermiş olmaktadır. Bu da fasığa mü'min adının verilmeyeceğine işaret eder. Buna ise, bu bedevi arapların münafıklar türünden değil, büyük günah işleyen kebair ehli türünden olduklarına delildir.
Bu gibi kimselerin öldürülmek ve çoluk çocuklarının esir edilmesi korkusuyla İslâm'a girdikleri konusundaki nakillere gelince, zaten muhacir ve ensarın dışında kalanların İslâm'ı bu şekildeydi. Bunlar bir şeyler umarak veya bir şeylerden çekinerek İslâm'a girmişlerdi. Rasûlullah (s.a.v) onları mağlup ettikten sonra Kureyşli Tuleka'nın (Mekke'nin fethi üzerine İslâm'a girdiğini belirten ve Peygamber Efendimizden serbest bırakılan kimselerin) İslâm'a girmeleriyle bunlardan ve Necid halkından kalbleri ısındırılanların İslâm'a girişleri böyledir.
Bununla birlikte bir şeyler umarak, yahut bir şeylerden çekinerek İslâm'a giren herkes cehennemin en alt basamaklarında yerini alacak olan münafıklardan değildi. Aksine bunlar, kalblerinde herhangi bir yalanlama, Allah'ın Rasûlüne bir düşmanlık olmadığı halde, İslâm'a ve itaate giriyorlardı. Bununla birlikte kalbleri iman nuruyla aydınlanmamış ve imanın verdiği basirete sahip olamamışlardı. Bu gibi kimselerden kimisi İslâm'a güzelce bağlanıp mü'minlerden olabilir. Tuleka'nın çoğunluğunda olduğu gibi. Bu ümmetin fâsıkları arasında da kalabilir. Kimisi ise şüphe ve tereddüt içerisinde bulunan bir münafık olabilir. Münker ve nekir ona:
"Aranızda peygamber olarak gönderilen şu kişi hakkında ne dersin?" diye sorduğunda o:
"Bilmiyorum. Ben insanların bir şeyler söylediğini duydum ve ben de aynı şeyi söyledim" diyecektir.
İbni Teymiyye
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
İslâm ahlakına uygun yorumlar yapınız.Ahlaksızca yapılan yorumlar silinir.Emeğinize yazık olur.